Röportaj: Mine Söğüt
- Gizem Eren Sütçüoğlu
- 3 Haz 2014
- 5 dakikada okunur
'' Hiçbir dul kadını ve öksüzü incitmeyeceksin! Eğer bir yoksula ödünç para verirsen, ona karşı tefeci gibi olmayacaksın. Onun üzerine faiz koymayacaksın. Eğer komşunun ablasını rehin alırsan, güneş batmadan önce ona geri vereceksin. Çünkü o kendisinin tek örtüsüdür. Bedeninin giyimidir. Ne ile yatsın? ''

Güneş Gazetesi insan hakları servisi muhabirliği ardından Tempo Dergisi, Yeni Yüzyıl Gazetesi, Haberci programında metin yazarlığı, Öküz ile dergi formatına dönüş, yerelliği ile Güneş Gazetesinden ayrılan Cihangir Postası’nda yaptığınız gönüllü editörlük ve son olarak taze vedası ile Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarlığı. Medyanın her köşesinde yer almış birisi olarak sizin bu sektörde başta “güvenilirlik” ile ilgili ne gibi çıkarımlarınız oldu?
Bazı gazeteler veya televizyonların yapılanması baştan ideolojiktir. Onlar belli bir ideolojinin temsilcisi olarak yayın yaparlar; bakış açıları, hedefleri ve niyetleri açıktır. Tehlikeli olan kendini “tarafsız” olarak tanımlayan basının gizli niyetleridir. Bu gizli niyet, çıkarlar doğrultusunda her an yön değiştirebilir. Hükümetlerle çıkar anlaşmaları yapan patronların elindeki medyayı izlerken verilen haberleri ve önerilen bakış açılarını gerçeğin referansı olarak görürsek aldatılırız. Eğer onlara kanmaz ve alt metin okumaları yaparsak da ülkeyi yönetenlerin niyetlerinin şifrelerini çözebiliriz. Ancak iktidar gibi medya patronları hatta çalışanları bile hedef kitlelerinin aldatılmaya gönüllü kaderci ve bir o kadar da tembel algılarına güvenirler ve ellerindeki gücü fütursuzca kullanırlar.
Dolapdere: Kürt Kediler Çingene Kelebekler kitabınızda hayatın ağzı taksim olan bir şişeden aktığını düşündüğümüzde akan hayatın tortusunun Dolapdere’de biriktiğini söylemişsiniz. Zamanında gezdiğiniz bu yerdeki tortuya kayıtsız kalamadığınızdan dolayı yazdığınızdan bahsediyorsunuz. Aynı duyguları hissettiğiniz başka bir semt oldu mu? Çocukluğunuzun geçtiği Heybeliada hakkında yazmayı neden düşünmediniz?
Yazmak benim için itiraz etmek demek. Sorgulamak, yargılamak demek... O yüzden “iyi” şeyler üzerine yazamıyorum. Öfkelendiğim şeyler üzerine kalem oynatabiliyorum. İktidarla, korkularla, haksızlıklarla derdim var. O yüzden içinde hiç yaşamadığım ama barındırdığı kirli, tehlikeli ve adaletsiz hayata karşı bir sorumluluk hissettiğim o huzursuz mahalleyi yazdım. Dolapdere benim için bir kabus; Heybeliada ise tatlı bir rüya. Kendi hayatım rüyalarda geçti; geçiyor... Ama bu kabus gibi bir dünyada yaşadığımız gerçeğini değiştirmiyor.
Adalet Cimcoz’un biyografisindeki araştırmalarınız ve görüşmeleriniz sonucu biraz şans eseri bulduğunuz fotoğraflarla, bazen de görüşmeyi reddeden insanlarla uzun bir arşiv araştırma süreci yaşamışsınız. Bir insanı bu denli tanımak, hayatına girmek nasıl bir süreçti, bu süre boyunca nasıl bir motivasyonunuz vardı? İkinci bir proje yapsanız seçeceğiniz insan kim olurdu?
Merakın, sadece yazarlığımı değil insanlığımı da beslediğini düşünüyorum. Ben etrafımdaki her şeyi merakla izlerim. Herkesin hikayesini can kulağıyla dinlerim. Bütün çekmeceleri karıştırmak, bütün fotoğraflara uzun uzun bakmak isterim. Başkalarının deneyimlerinden, duygularından, hayallerinden, korkularından hep öğreneceğim bir şey vardır. O yüzden her şeyden önce tutkulu bir biyografi okuruyum. Adalet Cimcoz biyografisini de bu tutkuyla yazdım. Çok ama çok sıradan bir insanın hayatı da, çok ama çok renkli bir insanın hayatı kadar ilginç ve beklenmedik detaylarla dolu olabilir. O yüzden derinliklerinde farklılıklar olan herhangi birinin hayatını hem merakla okuyabilir, hem de yazmak isteyebilirim.
Beş Sevim Apartmanı romanında hakim olan, diğer kitaplarınızda da görülen cinperi motifleri, hikayeleri aslında hepimizin hayatının bir kısmında duya geldiğimiz, inandığımız, belki korktuğumuz hikayeler. Bir nevi sözlü edebiyat diyebileceğimiz bu motifleri edebi kurguya nasıl yediriyorsunuz? Bu söylenceleri nasıl modern edebiyatın bir parçası haline getiriyorsunuz?
Bu motifler aslında bize gerçeküstü bir hayatı değil doğrudan gerçeği işaret eder. O yüzden gerçeğin peşine düştüğüm metinlerde kendiliğinden bir yeri var hepsinin. Ben hikaye ve romanlarımda batıl kavramların farklı açılardan okunabileceğini gösteriyorum.
İnsanoğlu bilinen tarihi boyunca sözlü ve yazılı edebiyatında hep gerçeği simgeleyen gerçeküstü bir dünya yarattı. Pagan inançlar zamanında da, tek tanrılı dinler zamanında da iyiyi ve kötüyü, haklıyı ve zalimi, adaleti ve adaletsizliği simgeleyen, korkuyla cesareti karşı karşıya getiren imgeleri gerçek dünyadan toplayıp yeniden hayali bir dünyada canlandırarak hikaye etme yöntemiyle alt bir metin oluşturup iktidar, ahlak ve adalet sisteminin dilini oluşturdular. O yüzden bu gün bu kavramları sorgularken aynı imgeleri kullanıyorum ama olağan akışın tersine bir yol izlemeye çalışıyorum. Tıpkı örülmüş bir kazağı sökmek gibi...
Öykü ve romanlarınızın karakterlerine baktığımızda kırmızı teknesiyle denize açılan hiç konuşmayan bir adam, dehlizlerde kaybolan küçük bir kız, istismara uğrayan deli kadınlar, karmakarışık bir hayatı olan bir kadınadam gibi geniş bir skalaya sahip. Hiçbir hikayenizin nesnesi gibi hissettiğiniz oldu mu ya da Beş Sevim Apartmanı’nda hiç anlatılmayan bir odada denizi izlediğinizi düşündünüz mü?
Yazdıklarım otobiyografik ögeler içermez. Yarattığım karakterlerin herhangi biri hayatımın bir parçası hiç olmadı. Ama hepsi varlığı mümkün karakterler. Ben kurguları yaparken bizzat yaşadığım olaylardan değil ama bu ülkede yaşanan hayatlardan yola çıkıyorum. Benim kişisel tecrübelerimi içermese de anlattıklarım bir çok insanın hayatında karşılığı olabilecek şeyler anlatıyorum. Benim pencerem kendi içime değil, dışarıya, başkalarının hayatlarına açılan bir pencere. O pencereden izlediğim hayat da, yaşadığım hayatın aksine kabuslarla dolu. Beni yazmaya yönelten parçası olduğum korunaklı hayat değil, maalesef tanığı olduğum ve herkes kadar sorumlusu olduğumu da düşündüğüm kendi dışımdaki o kaotik hayat.
Edebiyat kadının başkaldırısını dillendirirken Deli Kadın Hikayeleri’nde aşina olduğumuz gibi ya yaşadıkları kadınlığa dair kötü durumlarla (tecavüz, cinayet) ya da örneğin Soysal’ın Tante Rosa’sında olduğu üzere çocuğunu,kocasını reddetmek gibi kadınlığa atfedilen sorumlulukların reddedilmesiyle ele alıyor. Sizce ne zaman edebiyat, kadınların başkaldırısını sadece kadınlığa atfedilmiş sorunların reddedilişi olarak değil de genel dünya düzenine karşı bir kurgunun içinde kullanacaktır? Sizce ne zaman Aylak Kadınlar ya da Camus’ nün Yabancı’sındaki gibi topluma yabancı kadınlar anlatılacak?
Böyle giderse hiç bir zaman! Edebiyatın bireyi cinsel kimliğinden bağımsız, sadece bir insan olarak ele alabilmesi kadının toplumdaki varlığının anlamının tamamen yeniden ve bambaşka bir şekilde okunmasıyla mümkün. Kadına ve erkeğe giydirilen cinsiyetçi kimlikler, varlığı en medeni toplumlarda bile tam anlamıyla hazmedilemeyen alternatif cinsel tercihler algıları çok keskin bir şekilde belirliyor ve hazır yargıları empoze ediyor. Bu koşullarda edebiyatın mevcut algı ve yargılardan bağımsız bir dünyaya geçmesi henüz mümkün görünmüyor.
Yazarken içinde bulunduğunuz sosyal çevreniz ve mekan sizi ne derece etkiler?
Hiç etkilemez. Yazmak istediğim zaman her koşulda yazabilirim. Kalabalıklar içinde, sohbet arasında hatta yolculuk esnasında bile... Yeter ki canım istesin. Ama sabahın erken saatlerinde zihnimim daha açık, elim daha hızlı olur. O yüzden genellikle uyanır uyanmaz, gün doğumuyla birlikte bilgisayarın başına oturmayı severim. Konsantrasyonum çok dağınık olduğu için, uzun süre, aralıksız çalışamam. Sık sık başka şeylerle de ilgilenerek ara vere vere yazarım.
Son zamanlardaki favori müziğiniz, en sevdiğiniz filmler ve her işini gözünüz kapalı takip ettiğiniz sanatçılar kimlerdir?
Müzikten pek anlamam. Çalışırken sakin ve iyi kalpli caz parçaları ya da huzurlu Uzakdoğu müzikleri dinlemeyi severim. Haneke’nin filmlerini gözü kapalı takip ederim.
Edebiyat araştırmacıları siz istemeseniz de sizi bir sınıflandırmanın parçası yapacaklar. Büyülü gerçekçi yazar, fantastik yazar vb. Siz bu tasnife maruz kaldığınızı düşünüyor musunuz? Sınıflandırmayı siz yapsaydınız kendinize hangi sıfatları eklerdiniz?
Bugüne kadar yazdıklarım büyülü gerçeklik olarak tanımlanıyor ama yine de bu sınıflandırmayı yazarın tarif etmemesinden yanayım.
Bir söyleşinizde Deli Kadın Hikayeleri’ne Bahadır Baruter’in resimleri öyküleri okumadan yaptığını söylemiştiniz. Bakıldığında, büyükte bir uyum söz konusu. Sizde Bahadır Baruter’in resimlerine bir öykü yazsanız neyin üzerine yoğunlaşırdınız?
O nasıl çizerken benim yazdıklarımı düşünmeden kendi resmini yapıyor ve yine de benimle aynı dili yakalayabiliyorsa, ben de yazdıklarımla aynı şekilde zaten onun dilini konuşuyorum. Birlikte yaptığımız işlerde uyum endişesiyle fazladan herhangi bir çaba göstermemiz gerekmiyor. Yaratıcılıkta kullandığımız dili ne büyük bir şans ki neredeyse aynı. O yüzden onun resimlerine dair bir şeyler yazacak olsam kendi meselelerim dışında farklı bir şeye yoğunlaşmam gerekmez. O zaten benim odaklandığım meselelerin resmini yapıyor.
‘’Kimsenin kolayca, içi rahat bir şekilde okuyup seyredemeyeceği şeyler‘’ adında bir başlık açıyoruz ve film kategorisinde etiketimizi Michael Haneke’ye, tiyatro kategorisindeki etiketimizi ise Marius von Mayenburg’e yapıştırıyoruz. İnsanları korkuya bulaştırmadan da gerginlik tattırabilen öykü ve romanlarınızla sizi bu başlığa dahil edebilir miyiz?
Evet, yazdıklarımın hedefinde asla okuyucuyu korkutmak yok. Aksine ben korkuyla yüzleşmeyi... Korkuyu başka bir açıdan okumayı ve korkuyu besleyerek iktidarını koruyan egemen zihniyeti sorgulamayı öneriyorum.
Comments